Ali Bilge, Erdoğan’ın Türkiye-AB ilişkileri üzerine açıklamalarını değerlendirmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi tarihini incelemeye devam etti.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, Özdeş! Herkese iyi haftalar!
Ö.M.: Teşekkür ederiz. Son derece yoğun bir hafta sonu… Hatta geçen haftanın sonundan başlayarak çok yoğun geçtiğini söyleyebiliriz. Öncelikle Açık Radyo açısından Hrant Dink Vakfı ödülünü almak. Uluslararası alanda da (New York’ta, biraz önce etraflıca olmasa bile seslerini verebildiğimiz) çok büyük bir iklim değişikliği grevi, konuşmalar, protesto hareketleri ve miting vardı. 100 bini aşkın insanın toplandığı alandan, “Amerikan devrimine ihtiyaç var” diyen bir temsilciler meclisi üyesinin sesine de kulak verdik.
Türkiye’de de neler oluyor, neler bitiyor? Size bırakalım sözü.
A.B.: Öncelikle Açık Radyo’ya verilen ödül nedeniyle, işin başında konvoy yola düzülürken bulunanlardan başlayarak, sonsuzluğa uğurladıklarımızı da anarak, emeği geçen herkese, programcılara, destekçilere, önde ve arka planda çalışanlara teşekkür ediyoruz. Radyo kolektif bir organizasyondur, herkesin inanılmaz emek sarf ederek çalıştığına 22 yıldır tanığım. Hrant Dink adına verilen bu ödül, en anlamlı, en büyük ödülümüzdür. Başta siz olmak üzere, işin başından beri konvoyda bulunan herkese teşekkür ederim. Bu büyük ödülü kazanmış durumdayız. Doğrusunu söylemek gerekirse bu büyük ödülü bekliyordum da. Tüm Açık Radyo ailesini, topluluğunu kutluyorum.
Ö.M.: Teşekkür ederiz. “Bilmukabele” diyelim çünkü bunun ancak kolektif çabayla mümkün olabilecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu da birkaç defa söylemeye çalıştım ben de.
A.B.: Konvoy yoluna devam edecek, nitekim ettiğini de gayet net bir şekilde görebiliyoruz. Geçen hafta 100 yıllık CHP tarihine baktık, bu tarihi 1930’lara 10. yıla kadar getirdik. Bugün konuya devam edeceğiz ama önce bir gündemimiz var. Hafta sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye-AB ilişkilerine yönelik yine bir değerlendirmesi oldu. Erdoğan “bu defteri kapatabiliriz” dedi.
Aslında uzun bir süredir Türkiye-AB ilişkileri (siyasi bağlamda temel ilişkiler) fiilen kopmuş vaziyette. Devam eden daha ağırlıklı olarak ekonomik ilişkiler, siyasi amaç birlikteliği çok incelmiş, kopma noktasına gelmiş durumda. Ortalıkta ilişki sayılabilecek eski bir gümrük birliği anlaşması var, Türkiye’nin de AB’de bulunduğu ligde değişti. Erdoğan, hep bu sözleri sarf ediyor, kopma isteğini hep söylüyor. NATO için, AB için söylüyor. Şangay birliğine, BRİCS’e girmek istediğini de ifade ediyor. Alıştık bu sözlere, dünya da alıştı. Üç gün önce daha farklı bir şey söylüyor, “AB hedefimiz” diyor. Dört gün sonra “AB’den kopuyoruz” diyor.
Dünya liderleri, uluslararası kuruluşlar bu tür tavırlarına, gelgitlerine alıştılar. “Türkiye Cumhurbaşkanı böyle konuşur, bunları hep söyler” kabilinden bir bakış açısı hakim. Uluslararası ilişkilerde yaklaşım tarzı da belli. Fransız Cumhurbaşkanı ile G20’deki diyalogunda, ilişki biçiminin, üslubun nasıl olduğu da görülüyor. Macron’a “Niye gelmedin, aradım çıkmadın telefona? Ben seni aradım, gelmedin, bekliyorum gel” dediğini hep birlikte izledik.
Ö.M.: Sarkozy şimdi ev hapsinde yolsuzluktan dolayı bildiğim kadarıyla. Zaman geçtikçe de ilginç olaylar oluyor, insanın hatırında kalıyor. Artı Gerçek’te bir haber vardı: Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye raportörü Sánchez Amor’un hazırladığı ve Avrupa Parlamentosu dışişleri komisyonunda da kabul edilen Türkiye raporunda stratejik ortaklık çağrısı ama beraberinde şu da vardı: “Demokrasideki kötüye gidiş devam ediyor. Kadın hakları kötüye gidiyor, LGBTİ+’lar hedef alınıyor.” Üyelik sürecinin mevcut koşullarda devam edemeyeceğini söyleyen AB komisyonunun komşuluk ve genişlemeden sorumlu üyesi Oliver Varhegy “AB komisyonu kaygılarını dile getirmeye devam edecek” demişti. Bunun üzerine Erdoğan da, BM genel kurulu görüşmelerine katılmak üzere giderken ve gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulunurken “AB ile gerekirse yolları ayırabiliriz” demişti. Sizin de biraz önce söylediğiniz gibi “AB, Türkiye’den kopma gayretinde” demişti. Yani “Türkiye birleşmek istiyor ama AB ise Türkiye’den kopma gayretinde” demiş... İlginç bir açıklama, bunu eklemek istedim.
A.B.: Siz konuşurken, Avrupa ile ilişkiler açısından 200 yıl önce geçen bir diyalogu hatırladım: Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa devleti olarak doğdu, doğuya gelişmesi çok daha sonra oldu. Bir Avrupa devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıl başlarında padişahı olan II. Mahmut’la, Kaptan-ı Derya Halil Paşa arasında şöyle bir diyalog geçiyor: Halil Paşa diyor ki, “Efendimiz, eğer Avrupa’yı taklit etmekte acele davranmazsak, Asya’ya çekilmek zorunda kalacağız.” 1830’da geçen bir diyalog, ondan sonraki süreçleri biliyoruz. Hem Osmanlı hem de Türkiye, batıya yüzünü çevirerek batı reformları yapmaya çalıştı. Bunu geri çevirmek kolay mı?
Ö.M.: 200 yıllık bir hikâye yani?
A.B.: Evet. AB ülkeleriyle yıllardır devam eden bir ticareti var. Türkiye, ihracatının çok önemli bir kısmını, yarıdan fazlasını bu ülkelere yapıyor. Bu ülkelerin neredeyse 2 yüzyıldır devam eden Türkiye’de yatırımları var, Avrupa’da yaklaşık Türk ve Kürt kökenli 5 milyona yakın bir nüfus var. Türkiye’nin en büyük ekonomik partnerleri bu ülkeler. Türkiye’nin, siyasi ve ekonomik olarak AB ile ilişkisini bitirmesi pek mümkün değil. Erdoğan TOBB’a, TÜSİAD’a, hatta MÜSİAD’a sorsa, alacağı yanıtlar, ”mümkün değil“ şeklinde olur.
Bakın Hindistan’ı Ortadoğu’ya ve Avrupa’ya bağlama projesi başladı, yeni bir baharat yolu projesi ortaya kondu. Kara, deniz ve demiryolları ile ticaret bağlantısı projesinde Türkiye yok. Hep söylüyoruz: Türkiye yönünü önemli ölçüde şaşırmış, bir gün batıya “sizinle beraber olacağız”, öbür gün “hayır lanet olsun!” diyen bir ülke. Biraz önce Erdoğan ile Makron diyalogunu anlatırken diyalog Sarkozy ile geçti dedim. Yanlış söyledim doğrusu Macron’du. Emmanuel Macron’a daha önce “Senin beyin ölümün gerçekti” demişti. Bu tür diyaloglar ile dış politika yapmanız pek mümkün değil.
İkide bir, “Türkiye NATO’dan AB’den çıkabilir” sözleri sarf edilir. NATO tarihi ile matah bir kurum değil ama Türkiye NATO’dan çıkamaz. Neden çıkamaz biliyor musunuz? Çıktığında ertesi gün, Kıbrıs NATO’ya kabul edilir. Bu kadar basit! Yani bunu göze almak, yapmak öyle kolay değil, iç dinamikler yaptırmaz! Erdoğan’ın, zaman zaman, AB, NATO ve uluslararası kuruluşlar üzerine yaptığı değerlendirmeler içte de dışta da aklıselim düşünenlere hiç gerçekçi gelmiyor. Ama bu tür açıklamalara iç ve dış kamuoyu da alıştı diyebiliriz.
Buradan CHP’ye devam edelim mi? CHP serisi yapacağız demiştik.
Ö.M.: Serisi yapacağız dedik ve bir köşe açalım dedik hatta, burası “CHP köşesi” diye…
A.B.: Geçen hafta 1932-33’lere geldik. Cumhuriyetin 10. yılı kutlama hazırlıklarına, 6 okun düzenlenmesine, sloganların, marşların üretilmesine değindik. 6 ok ilkelerinin, ideolojik hazırlıkların ne kadar gecikmeli yapıldığını anlattık. Aslında CHP, İttihat ve Terakki programlarını devam ettirir. 1912 yılında İttihat ve Terakki bir kongre yapar, bu kongre programın çok büyük bir bölümü daha sonra CHP programı olur. Laiklikle ilgili konular, millî iktisat anlayışı, eğitimle ilgili reformlar gibi hususlar İttihat ve Terakki’nin 1912 programında oldukça gelişkindi.
Geçen hafta söylediğim gibi, 1918-1925 süreci öylesine netameli ki, değişik ittifakları içerir. İttifaklar kurulur, bozulur, yeniden kurulur. Bunlardan biri de, Kürtlerle yapılan ittifaktır. Millî Mücadele olarak adlandırılan 1919 ve 1924 sürecinde değişik ittifaklar kurulmuştur, bunların başında Kürtlerle yapılan ittifak vardır. Lozan’ı müteakip bu ittifak bozulur. Ki Lozan’da İsmet Paşa (İnönü); “Buraya Kürtlerin de, Türklerin de, temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi adına geldim” diyerek söze başlar. CHP ve Cumhuriyet tarihi için bu ittifaktan ve ittifakın bozulmasının sonuçlarından söz etmemiz lazım. 1925’tan 1938’e kadar 16-17 harekat-savaş oldu, galiba 2-3’ü isyan diğerleri tedip ve tenkil hareketidir, yola getirme, terbiye etme…
Ö.M.: Bastırma...
A.B.: Kürtlerin isteklerini ve kimliklerini bastırma hareketlerini CHP politikaları olarak görürüz. 1938-39’a kadar devam eden bu sürede en önemli konu içerdeki Kürt harekatları/savaşıdır. Kürtlerin ülke içinde başka yerlere zorunlu sevkidir. 1915 Ermeni tehciri/kıyımı/olayları ile başlayan Anadolu’yu önce Müslümanlaştırma, sonra Türkleştirme operasyonları devam etmektedir CHP programlarında. Müslümanlaştırma ve Türkleştirme hep devam eden bir politika ola geldi. Dikkat çekmek istediğim ilk husus şu: Kürtlerle ittifakın bozulması sonrasında yaşanan savaş/harekat büyük bölgesel çatışmalarda ne kadar harcama yapıldığını bilmiyoruz, buna dikkat çekilmiyor. Genç yeni kurulmuş bir cumhuriyetsiniz, yokluk içindesiniz. Silahı, topu olmasa halin harap, mebus, bürokrat maaşları bile Sovyet altını ile dağıtılıyor hatta bu altının karaborsası bile oluşuyor. Ankara ve İstanbul arasında altının Osmanlı parasına değişim farkları oluşuyor, yokluk içinde bile düşünün… 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve CHP’nin kurulmasından sonraki yılların bütçelerine baktığımızda, gözümüze savunma harcamalarının bütçelerin önemli bir bölümü oluşturduğu çarpıyor. Nitekim 1932 yılında Başbakan İsmet İnönü, Kadro dergisine bir yazı yazıyor. Hatırladığım kadarıyla o yazıda, “Fırkamızın devletçilik ilkesi, ekonomi politiği müdafaa ekonomisidir” diyor. Bu konularda, Selim İlkin ve İlhan Tekeli’nin önümüzü aydınlatan çalışmaları çok önemlidir.
Savunma harcamalarının yüksek olması, bana göre dış tehditlerden çok Kürt meselesine harcanan paralar nedeniyledir. 1919-25 ittifakının bozulmasıyla Kürtlerin Türkleştirilme sırası gelmiş oldu. Tüm bu tedip, tenkil harekatlarına inanılmaz kaynaklar harcanmıştır. Devletin ve Kürtlerin insan kaybı da çok… Bu savaşlar için yeni bir ordu teşekkül ediyorsunuz, mali harcamaların ve insan kayıplarının ne olduğunu bilmiyoruz. Biz bunları bilmeyiz. Türkiye 1925-38 döneminde ve 1984 sonrasında Kürt sorununa ne kadar para harcadı, ne kadar insan kaybetti? Doğru dürüst bilmiyoruz. 1984’ten bu yana “300 milyar Dolar harcadık, 50 bin insan kaybettik” deniyor.
CHP tarihinde dolaşırken sözü Faik Öztrak ve Sezgin Tanrıkulu meselesine getireceğim. Tanrıkulu’nun sözlerini Erdoğan da defalarca söyledi. CHP içinde de defalarca söylendi. Türk Silahlı Kuvvetleri ve 12 Eylül rejimini eleştiren CHP’li yok muydu? Vardı, hâlâ da var. Onur Öymen gibilerini kastetmiyorum, elbette partinin omurgasını Onur Öymen gibi düşünenler belirleyicidir. Onur Öymen ne demişti? Bu programlarda dile getirmiştik. Öymen’in sarf ettiği sözler, CHP’nin ana görüşüydü. Öymen, “bu kadar demokratikleşme yeter” dedi, ayrıca şunu da söyledi: “Portekiz AB’ye girdiğinde anayasasında ordunun müdahale etme yetkisi vardı.” Ordunun demokrasiye müdahale etmesini doğru ve normal görüyordu.
Özdeş Özbay: Bu söz aklıma şunu getirdi: 68 Hareketi’nden sonra oradaki muhafazakâr siyasetçiler şunu diyorlardı: “Aşırı katılım demokrasiye zarar veriyor.”
A.B.: Aynen öyle.
Ö.M.: Şimdi de iklim aktivizmi için de bu söyleniyor. New York’taki büyük mitingde de söylenenlerden biri “bize en kalabalık ve radikal olandan başkası kesmez.” Ocasio-Cortez’in sözüyle öyle... İki görüş çarpışıyor demeyeyim ama görüş arasında ciddi bir çelişki var. Öymen’in de adaylığını ilan etmiş olduğunu da belirtelim.
A.B.: Örsan Öymen. Gazeteci Örsan Öymen’in oğlu, oğlunun ismi de Örsan. Mülkiye hocalarından Yahya Tezel, (sizin de arkadaşınızdır muhtemelen) bir seferinde Cumhuriyet dönemiEnderunu’ndan çıkan aileleri yazmıştı. Öymen ailesi de bunlardan biridir. Öztraklar da öyledir. Her zaman her yerde vardırlar. Tek partide, seçimli, seçimsiz Türkiye’de, tüm askerî darbeler sonrası kurulan hükümetlerde… Dolayısıyla, Faik Öztrak’ın Sezgin Tanrıkulu’na bu şekilde karşılık vermesini hiç yadırgamadım, Çünkü 1937-39 Dersim tertelesinden/isyanından sonraki içişleri bakanı dedesidir. Babası, amcası, bütün aile darbeler sonrasında bakandır. Bşbakan yardımcısı, içişleri bakanıdır. Bu nedenle hiç yadırgamam. Enderun’dan çıkan çok aile etkin görevler almıştır. Aslında Ömer Bey siz de bir Enderun torunusunuz ama bu tarafa geçtiğiniz için ikbalden yararlanmamışsınız.
Ö.Ö.: “Sınıf haini” deniyor ya!
Ö.M.: İhanet hâli var!
A.B.: Evet, hem de çifte kavrulmuş Enderun torunusunuz. Cumhuriyet tarihinde Enderun’dan gelmek önemlidir. Mesela Bülent Ecevit de bir Enderun çocuğudur. Hem babadan, hem dededen, hem de kayınpederden... Eğer safınızı orda tutarsanız, orada kalırsanız, ikbal görürsünüz. Bunu da derkenar edelim.
CHP tarihine bakarken Müslümanlaştırma, Türkleştirmeye inanılmaz para harcandığını, çok fazla insan kaybına neden olduğuna dikkat çekmeliyiz. Üstelik hâlâ bu enerji devam ediyor. Müslümanlaştırma, Türkleştirmeye bakarken, Alman Nazi partisine ve İtalyan Faşist Partisine olan ilginin CHP’de vücut bulmasını not etmeden geçemeyiz. CHP ve o zamanki Cumhuriyet kadrolarında Mussolini’ye hayran insanlar vardı. Hatta Nazi partisine hayran, Hitler’e de ciddi ilgi duyan insanlar vardı.
Ö.M.: Başta Nadiler ve Cumhuriyet gazetesi bayağı taraftardı Nazizm’e.
A.B.: Nadir Nadi’nin Avusturya’ya Nazi ordularının girişini anlattığı bir yazısını okumuştum, hayranlık içinde yazılmış bir yazıydı. Genç Nadir hem okuyor hem de gazetenin muhabirliğini yapıyormuş. Ayrıca Türk ordusu içinde muazzam bir vaziyette Nazi-Alman hayranlığı vardı. Alman büyükelçisi Von Papen hayranlığı da muazzamdır Ankara’da. Franz von Papen ile Dışişleri Bakanı Menemencioğlu dostluğu inanılmazdır. Numan Menemencioğlu çok ağırlığı olan bir diplomattı. Kendisi Namık Kemal’in torunudur, ağırlığı olan bir adam… Alman Nazi düşkünlüğü de ağır basıyor, partinin çoğunluğu böyle. Başbakan Şükrü Saraçoğlu da aynı şekilde. Nazi partisine, Almanların galip geleceğine inanırlar. Moskof düşmanlığı da çok artmıştır, 2. Dünya Savaşı’yla birlikte Sovyetler Birliği’ne düşmanlık da had safhadadır. CHP’nin Nazi dönemine düşkünlüğü ile antikomünizmin zirve yapmaya başlamıştır. Nazım Hikmet’in göz göre göre suçsuz yere hapsedilmesi bu nedenledir. Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve Generallerin bizatihi ağırlığını koyması ile gerçekleşen bir yargılama ve cezalandırmadır.
Mareşal Fevzi Çakmak, 25 yıla yakın genelkurmay başkanlığı yapmış bir adamdır. Mustafa Kemal’den sonra ikinci mareşaldir. Makamında kuran okuyan bir asker portredir, kendine dindar bir genelkurmay başkanı seçmiştir Mustafa Kemal. Çakmak’ı böyle sofrada filan göremezsiniz. Hatta katılıkları takıntıları vardır: Top menziline yol yaptırmaz, sahil yolları yapılmaz, o yüzden karada Kırıkkale de Karabük’te iç bölgelere yapılmıştır savunma yatırımları…
Çakmak 1944’te genelkurmay başkanlığından zar zor emekli edilir. Sonra etrafında bir muhalif grup oluşur. Çakmak, CHP ve İnönü’ye kızgındır, ateş püskürtmektedir, CHP'ye muhalefet edecek olanlarla bir araya gelmektedir. Sovyet dostu olan Cami Baykurt ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü gibi isimlerle birliktedir. Hatta bu grup, Zekeriya-Sabiha Sertel’lerle, Boran’larla bir dergi çıkarma projesi yapar. Sonra oraya devletin derin güçleri girer ve o proje yatar.
CHP’nin 100. yılında okların peşine düşmek, konuşmak lazım… CHP, 100 yaşında ve 73 yıldır iktidar değil. 73 yılın sadece 6 yılında koalisyon ortağıdır, 66 yılında iktidar değildir. 1950’ye kadar 27 yılda tek parti iktidarı var zaten.
CHP’yi analiz ederken genlere, köklere inmemizde çok fayda var. Özellikle Almanya hayranlığı, Nazi partisiyle diyaloglar önemli. 2. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’ya özellikle krom satışı çok önemlidir. Türkiye’nin BM’ye katılması için zorunlu olan ilk şart, krom satışının durdurulmasıdır. Krom o devirde Alman savaş sanayinin en önemli hammaddelerinden biriydi. Bu ticareti kesmemiz ve Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmemiz şartı yerine geldikten sonra BM için toplantılara çağrıldık. 1945 yılında Almanya’nın savaşı kaybettiği görüldükten, bu şartlar nihayet yerine getirildikten sonra BM’ye kabul edilir bir seviyeye geldik. CHP tarihinde bu dönemi de atlamadan geçemeyiz.
Ö.M.: Figen Çalıkuşu, Karar gazetesinde “MK83 yüklü 4 savaş uçağı” başlıklı yazısında (tam da 12 Eylül arifesinde) CHP milletvekili, insan hakları savunucusu, hukukçu Sezgin Tanrıkulu linç ediliyor. “Öyle böyle değil, aman allahım koşan geldi, farklı farklı partilerde gibiler ama aslında ne kadar da aynılarmış meğer! Hele kendi partisinin sözcüsüne ne demeli? Dedi ki ‘milletimizin gözbebeği TSK’yı töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez.’” Çalıkuşu, “TSK milletimizin gözbebeği olabilir, çok başarılı bir ordudur tamam da, töhmet altında bırakan ifadeler ne demek?” deyip analize ediyor işte Roboski meselesini. “Kuşkonar ve Koçarlı köyüyle ilgili yüksek mahkeme kararları var, Faik bey neyin töhmeti? Üstelik CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da parti sözcüsünün kendisine danışarak açıklama yaptığını söylemez mi?” diyor. “Siz de mi ‘anayasa mahkemesi ve AİHM kararlarıyla bağlı değiliz’ diyenler kervanına katıldınız yoksa?” demiş. Çok ayrıntılı bilgi veriyor.
A.B.: 1943 yılında Van’da öldürülen 33 köylüyü hatırlayalım. Şair Ahmet Arif’in 33 Kurşun şiirine yansıyan olayı kast ediyorum. Daha sonraki yıllarda emri veren Orgeneral Mustafa Muğlalı’yı kim yargıladı? Kim kurşuna dizdirdi? Demokrasiye geçişte, Demokrat Parti iktidarında Orgeneral Muğlalı yargılandı. İdama mahkum oldu, hapis yattı. Hapishanede öldü. Bu olayı hatırlatmış olalım. Çok partili sistemde demokrasiye geçişle, ordunun orgenerali yargılandı.
Ö.M.: Yani töhmet derken “Karanlıkların koyulaşmasına ortak mı olacağız?” diye soruyor Çalıkuşu da. “Gerçekleri saklayanlar töhmet altında kalır Faik Bey. Töhmet derken bir daha düşünün.” diye bitirmiş yazısını.
A.B.: Bu arkadaşlara 20 sene önce Kürt varlığını anlatamıyorduk. Meseleye “kart-kurt” gözüyle bakıyorlardı.
Ö.M.: Evet.
A.B.: Süremiz bitiyor, önümüzdeki hafta 1945 ve sonrasını anlatalım. 1947 yılında CHP’nin değişim programı var. Bugünden daha cesur bir kurultay, gelecek hafta ona değinelim.